Asimilasyonun Sınırları,Tarzları -2-

Asimilasyonun Sınırları,Tarzları -2-

Benzetme olgusu, benzeme-asimilasyon bağımlısı bir özne ile tanımlanmaya başlıyorsa, sürecin adını benzeşme olarak değiştirmek olanaklıdır. Bu sürecin başlıca dinamiğini “resmi’ retoriklerin diğerine devredilmesi” oluşturur. Kısa süreli bu nöbet değişimi, devir durumu, asimilasyon olgusunun başarısını perçinlerken egemenlerin rahat bir dönem geçirip zaman kazanmalarına da aracılık yapar. Örneğin, anti emperyalizm kavramı böyle bir nöbet değişiminin öznesi olabilecek “niteliklere sahip” resmi retoriklerden birisidir. Bu kısa süreç içinde olup biten, kavramın egemen şeklinin -emperyalizm-, bizzat “anti” sini içselleştirerek onu kendisine benzetecek, maşa ederek soluklanma alanına, zamanına sahip olmasıdır.

Kendini emperyalizmin argümanlarıyla tanımlamak ve onun küresel siyasetinin bir parçası olmayı “bağımsızlık” gibi bir kavramla cilalamak… bize sadece benzetenin değil benzemeye çalışanın da niteliğini göstermesi açısından önemlidir. Emperyalizme biat durumu ile ulusalcılık denen şeyin yerini bulması, yirmibirinci yüzyılın ilk günlerinin öğrettikleri arasında önemli bir yere sahiptir. Öğrenmemiz ya da araştırıp bulmamız gereken bir diğer durum da bu süreçlerde bireyin aldığı pozisyonlardır. Ve bu pozisyonların nedensellik ilişkileri içinde analizinin yapılması da ayrı bir zorunluluk şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Bireyin bu süreçteki ya da bu bağlamdaki yerinin değerlendirilmesi toplumsal, kültürel ya da erk bağımlı bir egemenlik ilişkisinin dışında düşünülemez ve bireysel etkileşim-bireysel duygulanım üst yapıdaki egemenlik ilişkilerinin ve hiyerarşik konumlanışın neredeyse birebir kopyasıdır. Bir tarafta egemen toplum-kültür ile simgelenen kişilik (soyut) mevcutken, bunun tam karşısında -ve karşıtında- olmakla birlikte posizyonunu bu ilişkilere göre belirlemeye çalışan asimile birey (somut) bulunmaktadır. Bu düzlemde tekrarlarsak, asimilasyonu başarılı kılan ya da asimile edeni onandıran “şey” asimilasyon bağımlısı bireylerin (ya da asimilasyon bağımlısı haline getirilmiş bireylerin-ortak din vb sebepleri öne çıkararak-) bu bağımlılık ilişkisinin egemen öznesi tarafından maniple edilerek, öyle imiş ya da farklı imiş gibi görünmelerinin sağlanmasıyla, onların asimilasyon durumuna karşı savaşım içinde olduklarını “sanmalarıdır.” Egemen tarafından izin verilen hatta tümüyle olmak kaydıyla kayıtsız şartsız onaylanan -ve gülüp geçilerek aşağılanan- bir “mücadele” türüdür bu! Diğer taraftan, asimilasyoncular içinde, artık asimile edecekleri hiç bir şeyinde kalmamış olduğunun, diğerinin, hep diğeri (hepimiz kardeşiz densede)kalmak kaydıyla bağımlılaştırılmış olduğunun göstergesidir. Bu durumun bireysel düzlemde de farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. İlişkinin, asimile edilenin gözündeki tanımını en basit bir şekilde yapmaya çalışırsak; “bu ilişki, egemenin elindeki terazide tutturulmaya çalışılan bir denge durumudur”. Ancak gerçek olan, bunun bir sanrı olduğu ve dengeyi tanımlayanın, biçimlendirenin de egemen olduğudur.

İlişkinin, egemen ya da zor kullanan tarafında olanın duruma yönelik bilgisi ve bu bilginin değişik şekillerde dışavurumu, asimile edilenin, diğeri tarafından yaratılan sahte denge durumuna bağımlılığını daha da arttıracağı kesindir. Kültürler, etnik gruplar ya da halklar arasında zor tarafından belirlenen bu türden bir ilişkinin ortaya çıkaracağı insanlık adına utanç verici örneklerle her geçen gün karşılaşmıyor muyuz? Kendini üstün hisseden bir toplum ya da bireyin karşısında, kendisini bu şekliyle tanımlanmış ilişki içinde eşit hisseden toplum ya da bireyi ve onun psikolojisini anlamak, tanımlamak ve sapmaları görebilmek ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Asimile edilenler her zaman“kraldan daha çok kralcılar” olarak varolmiştir ve egemenler tarafından ödüllendirilmek adına ölmekten -ve belki de da önemlisi!- öldürmekten çekinmemişlerdir. Bu karşılıklı yer değiştirme seanslarında, asimile edilen bireydeki çözülmenin en yoğun şekline şahit olunur. Aslında o an asimilasyon bağımlısı için, “durumun aslında hiç de öyle olmadığının” ya da “aslında ne yapsa ne etse egemen gibi olamayacağının” net bir şekilde bilinç düzeyine gelip gittiği andır. Bu anlamda asimilasyon aşağılama-aşağılanma ilişkisinin kalıcılaştırılmasının ve giderek kanıksanmasının adıdır. Örneğimizi geliştirirsek, asimile edilen insan erk tarafından kendi çapında olmak kaydıyla para ve silahında desteğiyle(!) erk sahibi kılındığında ciddi resmi terör problemleriyle karşılaşılmaması olanaksızdır. Geniş bir tarih dilimine yayılmış “kaybetme” sürecinin edilgen özne tarafından içselleştirilmesinin bireyde yaratacağı çelişkinin, sunulanı kazanmak adına patlamaya dönüşmesidir bu türden zor.

O, egemeninin kendisine sunduğu olanaklar çerçevesinde ve kendisinden beklenen görevler kapsamında elinden geleni yapmaya ve yaptıkları karşında verilen ödüllerle eşitlenmiş olduğunu sandığı efendisine minnettar olmaya hazırdır(diyet borcu ,yediğimiz çanağa s…mama laflarıyla). Sürekli bir bekleme durumu… Bu türden bekleme, tüm kabullenmelerin de beşiğidir, onları büyütür besler, istenilen kıvama gelmesini sağlar. “Kıvama gelmenin” somutlaşması mı; örneğin, zamanla asimilasyon bağımlısının ya da asimile insanın egemen kültür tarafından kendisine yöneltilen tüm aşağılayıcı suçlamaları (pislik- tembellik, kıt zekalılık…!, hainlik geleneği…! vb.) olduğu gibi alarak -kabullenerek?- onları stilize etmeye çalışmasının ya da bu türden aşağılamaların “doğru” sanılmasının ya da “biz de öyleyiz zaten” denmesinin açıklaması ne olabilir ? Bu, verilen rolün kabullenilmesinden ve onun istenildiği biçimde oynanmasından başka bir şey değildir. Bu öylesine zavallı bir roldür ki, ne tarihsel bir geri planı ne de toplumsal bir bağı vardır. Olanlarda, kalanlarda unutulmak zorundadır ve bu zorundalığa uyulur. Ömrünü, kuşaklar boyu bu türden tutsaklıklarda bu rolü oynamaya adamıştır. Bağımlılığın niteliğini, bu rolün önemsenmesinin, benimsenmesinin düzeyi belirler. Top yekün bir tutsaklığın ya da alı konmanın adıdır bu rol. Bu oyunun dışında kalma düşüncesi, temel korku dinamiklerini harekete geçirir. Çünkü, tersine mücadele onurlu olduğu kadar zorlu ve doğal olarak ölümcüldür. Onurla kölelik, cesaretle korkaklık arasında debelenen asimilasyon bağımlısının en kolay kaçma yollarından birisini, “kurulu -alışılmış- düzenle pazarlık yapıyormuş gibi” gösterisi oluşturur. “İşte bakın kültürel haklarımıza ya da ekonomik haklarımız karışan varmı… bakın “köle” değiliz…’’karnımız doyuyor’’ … ” Oysa, “ancak kaydıyla” bahşediliyordur kendisine, kullandığını zannettiği “haklar”. Bu durumun farkında olup olmamasının hiç bir önemi yoktur, onun için önemli olan oyunun yeniden kurgulanmasıdır.

Asimilasyon bağımlılığın sağlanmasındaki başarının araçları ile birey ilişkisi gözden geçirilirken din unsurunun göz ardı edilmemesi gerekir. Din, bu bağlamda, bireyin bilinç altına iteleyerek değişime uğrattığı olumsuz duygulanımları tamir etmek ve onu istenilen nitelikte restore etmekten başka bir işe yaramayan -daha ne işe yarasın?- ideolojik bir araçtır. Bir taraftan milliyetçilik, diğer taraftan din, tek tek bireylerin ve giderek bireyler toplamının psikolojik restorasyonuna aracılık ederken onların erk aracı olduğu çoklukla unutulur, yok sayılır, ve giderek daha sıkı sarılınan unsurlara dönüşülür. Ve bu süreçte onlara bir değer yüklenirVe bir insan daha ne bekleyebilirki yaşamdan ve kendisine böylesine huzurlu bir yaşam sunan devletinden? Bu türden sorular, insanlık bilincinin ve toplumsal bilincin köreltilme sürecindeki halkın gerilemesinin köşe başlarını oluşturur.
Bu ve benzeri maniplasyonlarla sağlanan regresyonun sürdürülebilirliği ekonomik müdahalelerle sağlanır ne var ki bunların genel konjonktürde ihmal edilebilir müdahaleler olduğu unutulmamalıdır. Özetle birey, bu durumda karnını doyurduğuna bakar. Küçük bir işinin olması, çöplük eşelemeden açlığını gidermesi karşılığında emeğinin sömürülmesini hiç umursamaz. Herhangi bir sömürüyü umursamaz. Artık kendi küçük dünyasına tıkılıp kalmış, itelenmiş ya da hapsedilmiş olmanın ayrımına varmaksızın yaşayıp gider. İşi, günlük bahşiş babından ödüllere kalmıştır. Kendisi ve çevresindeki birçoğu, önce toplum, ardından topluluk olmaktan çıkarılarak yığına dönüştürülmüştür.

******
Kısa bir okumanın ardından kimlikler, kişilikler ve örgütlenmeler dünyasına yapacağımız bir yolculuk, asimilasyon bağımlılığının daha nice “değerleri” kullandığını ve onları tümüyle evirip çevirerek egemen ideolojinin hizmetine sunduğunu örnekler.Unutmayalım ki, asimilasyonun başlıca hedefi kişiliktir -“o” tek tek kişilerden yola çıkılabilerek başarılı olabileceğini bilecek kadar deneyimli ve sabırlıdır!-, kişiliğin, asimilasyon bağımlı hale getirilmesi ve içselleşmesinin sağlanması, hemen ardından bağımlının metaforik bir biçimde, asimile edenin tanımladığı şekliyle asimilasyonu dile getirmesinin sağlanması başarının kanıtıdır. Dönüşüm ya da dejenerasyonun başlangıcını bu oluşturur. Artık sıra dejenerasyonun ödüllendirilmesindedir. Burada egemen ve resmi değerler bütünü -ideoloji- işin içine doğrudan girer. Sistem içinde, asimile olanın bir güç olması ya da çoğu zaman bir güç olduğunu sanması bu değerlerle uzlaşmayı örnekler. İstenilen şartlarda teslim olan, biat edeninin her zaman ödüllendirildiğini insanlık tarihi göstermektedir.
Gerisi asimile olanın çeşitli dallardaki becerisine kalmıştır!

İBRAHİM KENAR / 25 Haz. 2007

1 Comment

  1. Anton

    hubav e ama farbata na tekstot nee dobre.

    Rating: 0.0/5 (0 votes cast)

About Post Author

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail