KİMLİK VE ULUSAL KİMLİK KAVRAMLARININ TOPLUMSAL NİTELİĞİ

Prof. Dr. Süleyman YILDIZ*
Kimlik sosyal bazda kişinin sahip olduğu kültüre bağlı olarak bir var oluş ve ifade biçimin en yalın halidir. Kimlik kavramının bireysel olan içeriğinin yanı sıra toplumsal özellik kazanarak ulusal ve milli ölçekte kullanımı birey ve toplum etkileşimini sosyo-kültürel yönde etkilemekte ve yönlendirmektedir.
1.Giriş
Kimlik kavramı toplumun sosyal sisteminin en temel ve en önemli kökenini teşkil etmektedir. Kimlik, bireylerin gerek kültürel gerekse yaşadıkları çevrelerdeki sosyal konum ve statülerinin karşılığı olan çok boyutlu, inanç, tutum, değer yargıları gibi yaşam biçimini sembolize eden bir kapsamın alt başlığıdır.
Kimlik, yüzeysel olarak kısaca kişilerin ve çeşitli büyüklük ve nitelikteki toplumsal grupların “kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevaplardır (Güvenç 1993:3). Bu soruyla karşı karşıya kalanların kendilerine sordukları “ben kimim?” sorusunun kaynağı, ya bir hayatı sorunsallaştırma biçimidir (yani felsefidir) ya da bu soruyu sorduracak etkilerle karşı karşıya kalmasıdır (yani toplumsaldır).
“Ben kimim?” sorusunun dayanağı olan “ben”in tanınması ve tanımlanması, kimliğin sosyal psikolojik temeline işaret eder.
Buna, kişinin varlığıyla ilgili tüm anlamları (değerleri) içine alan öznel bir duygu olarak “kişisel kimlik” diyebiliriz (Güleç 1992: 14). “Ben kimim?” sorusuna verilen cevap, bir kimlik, bir organizmayı insanın var oluş kategorileri içinde anlamlı bir eylem nesnesi olarak sunan bir tanımdır (Wiegert, Teitge, 1986, 31). Bu soruyu tamamlayan kişinin kim olduğunu araştırmaya yönelik sorulabilecek soruların tümü, kimlik sorunsalına kapı açan, kişisel bilgiler toplamına (portföya) katılabilir. Kimlik sorununun ortaya çıktığı ortam, insanın “kendisinin ne olarak/neye dayanarak tanımladığı” ya da “kendisini diğerlerinden ayırt eden özelliklerin neler olduğu” sorularına dayanır. Yani, özetle, kişinin “mensubiyet” (attachment) ve “ait olma” (belonging) konusundaki başvuru çerçeveleri, kimlik “tutunumu”nu (cohesion) sağlayan dayanaklarıdır. Burada kimlik başka bir şeye ait olma ihtiyacının sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır (Güleç 1992: 14).
Değinildiği gibi, ilk elde bu soruların yanıtları genellikle sosyal psikolojiktir. Bu çerçevede, kişilerin ya da toplumsal grupların tek bir kimliği bulunmaz; çeşitli bağlamlarda çeşitli kimliklerle tanındığımızı ve kendimizi tanıttığımızı görebiliriz (Bu çeşitli kimliklerle ilgili olarak bkz. Güvenç 1993: 4–5). Kimlik hem tümüyle toplumsal hem de benzersiz biçimde kişiseldir; değişen derecelerde kişinin kendisi tarafından oluşturulan ve/veya başkaları tarafından atfedilen göndermelerden kaynaklanır. Hayatın dramatik niteliği, kişinin kendisinin sahiplendiği ama ötekilerin ona atfetmediği ya da ötekilere atfettiği halde kişinin benimsemediği kimliklerin sonsuz ikilemleri içinde akmasından kaynaklanır (Aydın 1998: 13-14).
Kimlik kavramı kişisel olmakla birlikte bir arada yaşayan insanların oluşturduğu toplumlarda şekillenerek ve anlam kazanarak, makro ölçekte toplumsal bir kavram olmaya başlamakta ve toplumları sosyal bağlamda sembolize etmektedir
2. Bi­reyler, Toplumlar ve Ki­mli­k Seçi­mleri­
Kimlik, tekil ve çoğul olmak üzere hem kapsam hem de kalıcılık ve etki gücü açısından değişik boyutlar içermektedir. Bireysel, kişisel, resmi-ulusal, tarihi-kültürel kimliklerimiz arasındaki farklar ve benzerlikler nelerdir ve kişilerle toplumların varlık bilinci ile kimlik seçimleri arasında nasıl bir ilişki ya da çelişki var gibi sorular sürekli karşımıza çıkmaktadır. Bireysel kimlikler, kişiyi ötekilerden ayırdığı için önemli sorunlar yaratmaz. Ad benzerlikleri, fotoğraf, doğum yeri, yılı, iş güç bilgileriyle açıklığa kavuşabilmektedir. Kişisel kimlikler isteğe göre seçilip değiştirebildiği için sorun yaratmayabilir. Çağımızın kimlik sorunu, kişi, grup ve toplulukların resmî-ulusal (millî) ve tarihî-kültürel kimliklerinde ortaya çıkmaktadır. Asıl önemli olan ise zaten bu içerikteki kimlik oluşumları ve bütünleşmeleridir.
3. Kimlik Konusu ve Kavramı
Kimlik toplumların yaşam biçiminin bir yansıması olduğuna göre farklı toplumların farklı bakış açıları, inançları, gelenek ve görenekleri ve yaşam biçimleri sonucu oluşan başkalaşımlar, bir arada yaşam olgusunu güçleştirebilmektedir.
Öncelikle belirtilmelidir ki kimlik insana özgü bir kavramdır. Kimliğin iki temel bileşeni vardır. Bunlardan ilki tanımlama ve tanıma, ikincisi ise aidiyettir. Kendini tanımlama ve toplum içinde belli bir sıfatla, toplumsal olarak tanıma hem insana özgüdür hem de insani bir ihtiyaçtır. “Toplumsal tanınma”nın en temel aracı öncelikle konuşma dili, ardından da yazılı bir dil ve bir “kültürel eda”dır. Toplumsal ve kültürel dünyanın oluşumu dil aracını gerektirir (Aydın 1998: 12).
Çağımızın yaygın hastalığı olarak kabul edilen kimlik bunalımının, ulusal tarih ile evrensel tarih arasındaki uyumsuzluktan kaynaklandığını düşünen araştırmacılar çelişkinin ortadan kaldırılmasıyla kimlik sorununun çözümlenebileceğini önermişlerdir. Ayrıca kimlik, sahip olduğu boyutlar ve kapsamları ile ilgili pek çok araştırma yapılmış ve sonuçları tartışılmıştır.
Bu boyutlar:
1) öznellik- nesnellik,
2) bireysellik- toplumsallık ve
3) aynılık- değişme ikilemleri ile izah
edilebilmektedir (Güleç 1992: 14).

 

Ancak bireyin toplumsallaşma süreci içinde karşı karşıya kaldığı bu süreçlerin dışında, belirli bir toplumsal alanda başkalarıyla etkileşim sonucunda edindiği, kendisini içinde saydığı, birtakım konumlara ilişkin rollerin toplamı (Güleç 1992: 15–16) olarak düşünüldüğünde, kimlik; belirli toplumsal imgeler söz konusu olduğunda kişinin kendisini içinde hissettiği, çeşitli büyüklüklerdeki gruplara ilişkin grup içi ve grup dışı imajların bütünlüğü ve uyumu olarak da görülebilmektedir. Bu imajlar arasında uyuşmazlıklar büyüdüğü zaman çeşitli biçimlerdeki kimlik sorunları doğmaktadır.
1980’lerin başlarında, tamamen teknik bir terim olarak kabul edilen kimlik konusundaki kuramsal yaklaşımlar arasında ikili bir ortaklık yaşanmıştır. Mikro düzeyde, etkileşimci bakış açısına nazaran kimlik, bireylerin içinde bulundukları konuma, etki eden davranışa ve hayatı anlamlandırma bakımından yapılaşmış tutumlara bağ-lı olarak çeşitlilik arz eden çoklu bir ben ve öteki kategorileştirmesi olarak görülmeye başlanmıştır. Bu yakınlaşma bütün sosyal psikologlar tarafından paylaşılmıştır. Ancak metodolojik olarak iki ayrı gelenek daha vardır: Niteliksel ve yorumcu olan birinci yöntem geleneğe katılıma ve gözleme dayanmakta iken; niceliksel ve nedenselci olan ikinci yöntem ise daha çok soru kâğıtlarına, deneylere ve ölçmeye dayanmaktadır. Ancak her ikisi de kimliği sosyoloji, psikoloji için anahtar bir kavram olarak kabul etmiştir (Wiegert-Teitge, 1986: 27).
Ikinci yakınlaşma makro düzeyde yaşanmıştır. Burada sistemik bir sorunsal olarak kavramlaştırılan kimlik, sağlıklı bir sosyal düzen için ele alınması gereken bir olgu olarak görülmüştür. Kimlik, kurumlar ve toplumlar içindeki bireylerin konumsal açıdan tanımlanması olarak da kabul edilebilmektedir. Bu nedenle makro analizciler kimliği, din, meslek, eğitim, ailevs. gibi kurumların yapısal bir yönü olarak yada bireyi en genel toplumsal anlamlar düzlemine bağlayan derin bir kültürel kişisel anlamlar kodu olarak görme eğiliminde olmuşlardır. Bu ayrışma ilerideki çalışmalar için kavramı, bütün düzlemlerin
kesitini alan analizlere yönelik bir “köprü kavram” haline getirmiştir. Psikanalitik ve tarihsel çalışmalar arasında kurulan verimli bağlantı çağdaş toplumun derinden kavranmasına yardımcı olabilmektedir. Kendilik bilincini daha düşünsel, karmaşık ve “değişken” bir kavram olarak ele alan yaklaşım yanında geleneksel değerlerle ilgilenen bilim adamları kimlik kavramında bir akışkanlık değil sadakat ve bağlanma bulmuşlardır. Öte yandan kimlik arayışının, bir hapishane olarak görülen günlük yaşamdan “kaçış çabası” olduğu da ileri sürülmüştür. 1970’lere hakim olan bu sosyal psikolojik yaklaşımlar yerine, 1980’lerin ilerleyen yıllarında kimlik araştırmaları, konjonktürel etkilerle tehdit altındaki kimlikler sorununa, toplumsal izolasyona, barınma ve çevre sorunlarına, etniklik alanına, daha doğrusu hayatın her alanına yayılmaya başlamıştır (Weigert-Tetige, 1986, 27–28). Ayrıca her vatandaşın potansiyel katılım olanakları ve buna bağlı olarak pek çok iktisadi, sosyal ve kültürel etkileşimin hızlanması da yenidir.
4. Ulusal Kimliklere Geçiş
Ulus-devletleşme sürecinin aracı olan “ulusal kimlik” oluşumu, modern çağın ürünüdür. Daha doğru bir ifadeyle, bu süreçte devletin kimliği ile devleti oluşturan yurttaşların varsayımsal kimliği örtüşmüştür. Modern-ülkesel devlet olarak tanımlayabileceğimiz bu yeni devlet formuna gelene kadar devletlerin uyruklarının kimliğini, kendisini tanımlama biçimine benzetme gibi bir problemi ya da uyruklarında olduğunu varsaydığı bir “ortak” kimlikle kendisini tanımlama ihtiyacı olmamıştır. Kimlik kendiliğinden ve cemaatsel bir olgudur. Burada kollektivitenin öznesi genellikle toplumdur. Modern öncesi dönemin devletleri, meşruiyetlerini uyruklarıyla paylaştıkları “ortak kimlikte” bulmazlar. Meşruiyetin temeli, Weberci kavramlarla söylenecek olursa, geleneksel bir zemine oturmaktadır (Weber 1954). Burada örfün çerçevesini zor kullanımını meşru kılan genel bir hukuk yerine, soy çizgileri ve dini otoriteyle uyuşma- ondan icazet alma gibi olgular belirlemektedir (Aydın 1998: 22-23). Modern dönemde ise siyasal sistemler olabildiğince yaygın bir kitlesel sadakatle beslenmeye muhtaç hale gelmiştir. Kimlik bunalımının temelinde anlayış ve inanç farklılıkları, kültürel başkalaşımlar ve yaşam biçimleri yatmaktadır.
5. Çağdaşlaşma, Uluslaşma Süreci ve Kimlik Arayışı
Sosyal-psikolojik sonuçları açısından kalkınma (gelişme) ya da yozlaşma (çöküş), bilimsel adıyla “değişme”, düzenin ya da dengenin bozulması sürecidir. Düzenli, dengeli bir kalkınma süreci ya da deneyimi dünyanın hiçbir ülkesinde yaşanmamıştır. Değişme ve modernleşme tarihinin mucize ülkesi olarak bilinen Japonya’da bile büyük dengesizliklere, kimlik bunalımlarına yol açmıştır (Güvenç 1992: 28). Her kalkınan toplumda, düzen ve dengelerin yani kültürün değişmesine paralel olarak kimlik bunalımları, kimlik arama çabaları görülmüştür. Konuyu doğru algılayabilmek için uluslaşma sürecine eğilmek gerekir. Her ulus kuşkusuz toplumdur; ama her toplum henüz ulus olmayabilir. Başka deyişle, ulus varlığı ile toplum varlığı arasındaki ilişki, bire-bir karşılıklı ya da simetrik olmayabilir.
Bunun ötesinde, uluslararası siyaset açısından modern çağın toplumsal örgütlenişi, bütün toplulukların bir “ulus” formu içinde örgütlenmesini dayatmıştır. Buna bağlı olarak ister doğal bir süreç sonucu olsun isterse belirli zorlamalar ve etkilerle olsun, bütün cemaatler kendilerini belirli bir “ulus” tasavvurunca belirlenmiş bir alanın içinde bu alanı dolduracak şekilde ya genişletmişler ya da kendileri bu alana sıkışmaya itilmişlerdir. Hangi şekilde olursa olsun, bu süreç birtakım kimliklerin, bazı toplumsal nüansların yitimi demektir. Böyle bir genişleme yahut erime, tanımlanmış bir ulus” imgesi içindendir ve bu
imge kendisini tarihsel ya da sentetik bir etnikliğe bağlar. Dolayısıyla bu etnikliğin çerçevesi, niteliği, daha doğrusu kimliği, bütün ideolojik seçimlerin buluşma noktasıdır. Kendisini ne denli dışarıda tanımlarsa tanımlasın, bütün ideolojik seçimler bu “ulus” tasavvurundan hareket ederler. Bu tasavvurun çerçevesi ise neredeyse evrenseldir.
Anthony D. Smith’in “ulusal kimlik” dediği bu çerçevenin temel özellikleri,
(1) ortak bir tarihsel toprak yahut yurt kavrayışı,
(2) ortak mitler ve tarihsel bellek,
(3) ortak bir kitlesel kamu kültürü,
(4) bütün fertler için bağlayıcı bir hak ve ödevler sistemi ve
(5) ortak bir ekonomidir (Smith 1988).
Yalnız burada önemli olan nokta, bu özelliklerin gerçeklikle birebir ilişkisi değildir; bunlar sadece bir imgeden de ibaret olabilir. Zira aslında “kültür” dediğimiz olgu, “ulusal” bir düzlemde yaşanamaz; “kültür”ün zemini toplumdur. Bu nedenle imgeden ibaret bir “ulus”la hayatın tam da kendisi olması beklenen bir “kültür”ü özdeşleştirmek, sentetik ve sanal bir zorlamadır. Bu durum “ulusal kimlik” denilen
anlayışı ideolojik kılar. Işte bu ideolojik konum, tarih yazıcılığı içinde temellendirilerek inşa edilmektedir. Böyle bir ideolojik konumlanış, süreç içinde birden çok “ulus” temellendirilmesini ve doğal olarak buna bağlı biçimde birden çok tarih yazıcılığını doğuracaktır. Birden çok tarih, dolaysıyla birden çok aidiyet seçiminin söz konusu olduğu bir durumda elbette bir sorun vardır. Ulusal kimlik, kökeni itibariyle, milliyetçilerin tanımladığı bir kimlik özdeşimini ve bilincini içerir. Genellikle bu kimliğin bileşenleri, kozmopolit olmayan köylülükte/ halkta saf halde bulunduğuna inanılan ve tarihin derinliklerinde bulunacağı varsayılan “ulusal” formlara, değişmeyen ya da çok az değişen bu kitle aracılığıyla varılabileceği düşünülen kurgusal unsurlardır (Aydın 1998: 50-51). Bu yüzden, ulusdevlet formunun bir ayağı kapitalist dünya sisteminin dayattığı nesnel bir zemine basarken diğer ayağı masalsı ve mitolojik bir tarih kurgusunda yahut saflığını korumuş halka ilişkin olduğu varsayılan ama devlet tarafından “millileştirilen” folklorik bilgide durmaktadır; modern bir olgu ve tasavvur olan ulus, böylelikle tarihin diplerinde yeniden yaratılmakta ve bu yaratım süreci çeşitli ideolojik yazın türleri yoluyla sağlanarak yine modern çağın bir olgusu olan kitlesel iletişim imkânlarıyla yayılmakta yurttaş, böylelikle, yeni kimliğini, kendisi yaşamadan, kendi hayatının dışından öğrenmektedir. Ayrıca konunun dini boyutuna girdiğimizde de görüyoruz ki; çok dinli hayat anlayışı ve politikası ile ilgili kurumlar, tanıma ve kabul etme gibi iki pozitif anlamdaki bakış açısıyla sorumlu görülmeleri itibariyle, gerçek hayatta başa çıkması zor bazı sorunlarında yaşanmasına tanıklık etmektedirler (Tosun 2006; 154).
Siyaset bilimi ve sosyoloji yazınında “ulus” oluşumunun 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyıla yayılan toplumsal değişme sürecine bağlı bir sonuç olduğu genel kabul görmektedir. Ancak bu genel kabulün karşısında yer alanlar da vardır. “Ulus”un “modern” bir fenomen olduğunu ileri sürenlerin (modernistlerin) karşısında yukarıda sözünü ettiğimiz ilkçi eğilimin sosyo-biyolojiye dayanan bir eğilimi, “etniklik” kavramını, var olma savaşına yönelik kolektif bir araç biçiminde açıkladığı akrabalık(kandaşlık) sisteminin bir tür genişlemesi olarak görmekte ve etniklik- ulus benzerliğinden yararlanmaktadır. Ilkçilerin öne sürdüğüne göre, ulus ve milliyetçilik sürekli ve doğal olgulardır. Buna bağlı olarak ulus olgusu ve milliyetçilik duygusu tarihin içinde daima mevcut olmuştur; öyleyse “ulus” dediğimiz toplumsal birimler ile ona ait duygu ve idealleri anlatan milliyetçilik tarihin bütün dönemlerinde bulunabilecektir. Bu yaklaşımı paylaşan ikinci bir görüşe (perenyalistlere) göre, kolektif kültür bağları ve duyguları sadece “doğal” değil aynı zamanda evrenseldir; dahası bu türden kolektif birimler ve duyuşlar antik ya da orta çağdaki biçimleriyle modern ulusların ve milliyetçiliğin ilkel biçimleri, onların küçük ölçekli ilk örnekleridir (Smith 1988: 7-13).
“Kültür devleti”, bir etnik grubu (halkı), bir anadili ve bir anayurdu esas alır. Ikinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu türden devlet deneyimleri, genellikle milliyetçi tek parti iktidarlarının önderliğinde “ulusal birliği” inşa sürecinden geçmişlerdir. Ancak bu “ulusal birlik”in sınırları başlangıçta tanımlanan “yurt” kavramının anlamının karmaşıklığını içinde taşımaktadır
* Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
(ade@hacettepe.edu.tr)
http://www.millifolklor.com/tr/sayfalar/74/02_.pdf

About Post Author

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail