Bu yazı epey zamandır düşünmekte olduğum ama fazlasıyla formüle edemediğim bir konuyu artık ihmal edemiyeceğim bir şiddetle dayattı.
O da dinadamlarının ve -kesinlikle ayrı bir gurup olan- teoloji akademisyenlerinin, yani dinbilimcilerinin aslında zaten dünyevi işlerle uğraşmakta oldukları, meslek, mevki ve yeteneklerini insan ilişkilerini manipüle etmekte kullandıkları yönündeki inancım….. Sadece üzerine ait oldukları dinin karakterine özgü sos serpmeleri yaptıkları işi tanrısal yapmakla kalmıyor, [-bir an için işin dini, “ahlaki” yönlerini bir yana bırakırsanız-] geriye düpedüz bir ahkam, racon kesmeye dönüşüyor. Bu bana kalırsa tarih içindeki yükseliş dönemlerinde tüm “İbrahimi” dinler için en çok geçerli!
Tabii tüm dinler içindeki en siyasi din olan İslam için bu geçerliliğin ötesinde işlevinin adeta tek amacı. Ayrıca bunun da üstünde yer alan ama bunu dışlamayan, tam tersine koşullayan daha da genel işlevi olarak: Dinin sosyal, siyasal işlevinin “..Erkeği aptallaştırmak, kadını köleleştirmek ve çocuğu eşyalaştırmak…” olduğu unutulmamalı. Katolik ve Jesuit [Cizvit] kilise de bunu akıl almaz boyutlarda yaptı. Musevilik te hala yoğun şekilde yapıyor.
Laf arasında bahsetmeden geçmek istemediğim başka bir konu da bir dinbilimcinin hangi yetkiye dayanarak Fetva verebileceğidir?… Dinbilimci olmak fetva vermek için yeterli ve gerekli sebep sayılmamalıdır. Fetva, yani bağlayıcı dini emir, tavsiye, yorum ve yönlendirme yapmak için öncelikle din adamı olmak gerekmez mi? Yani “kutsal bir mekan ya da mevkide cübbe sarık giyen, yeminini etmiş, yaptığı işin mes’uliyetini resmen taşıyan biri olmak gerekmez mi, şart değil mi?
Beni ilgilendirdiği kadarı ile teoloji üzerine akademisyen olan biri… sadece akademisyen kimliklidir. Bu onu din adamı yapmaz. Dinibütün olabilir, hatta dinsiz bile olabilir. Sadece üniversitede ders veren, ama bir dini kurumda ibadet liderliği yapmayan bir kişinin öyle bir işlevi olmamalıdır. Olsa bile ona fetva denmez, hiç bir bağlayıcılığı olmayan kanaat denir. En Onursalından Yargıtay Koskoca Başsavcısı S. Kanadoğlu’nun 367 kanaati gibi… Az önce söylediğim şaka değildi, dinleri incelemek, akademik bağımsızlık ve bilimsel şüphecilikle bakmak için hatta belki de dinin dışında olmak daha da değerli bir konum olabilir.
Bu noktaya bir iki örnekle değinmek isterim: Anglo Saxon dünyasında bir kilise inşa edildiğinde bir başrahip, piskopos vb. gelir dua eder ve o binaya kutsiyet atfeder, ama çook ileriki yıllarda o kilise ‘decommission’ edilecekse, yani kilise olma niteliği silinecekse yine üst düzey bir din adamı gelir dua eder ve binaya teşekkür ettikten sonra “deconsecrate” eder… yani kutsallığını iptal eder. Ondan sonra siz o binayı ister AVM, executive lüks daireler, uyuşturucu müptelaları ya da AIDS’liler için bakım yurdu, müzik holü ya da disko yaparsınız.
Bu ilgili yazıda adı geçen, fetvaları veren adamın CV’si ise bize sarığı ve cübbesi ile görevli bir adamı olduğunu göstermiyor… hatta İslam Hukuku üzerine ders verdiği halde bağımsız olarak -örneğin bir Hukuk Fakültesinden Hukuk eğitim aldığını- gösteren bir şey de yok! O zaman yaptığı şey dini kisve altında racon kesmek, tevatür üretmekten çok farklı değil.
İkinci örnek ise tanıdığım, akademik çalışma alanı ve eserleri milliyetçilik üzerine olan ve bu konuda yayınları dünya çapında tanınan bir profesörün hiç te milliyetçi olmaması! Kendisi özgürlükçü-demokrat biri iken kendi ifadesi ile ‘Milliyetçiliğin hiç bir türünün ilerici olmadığını’ net olarak ifade etmesi, ulus-devlete karşı çok net tavır alması!
Yani grotesk bir örnekle kanser uzmanı profesör, hekim olmanız için ille de kanser olmak gerekmiyor. Sadece onu bilimsel, önyargısız bir şekilde incelemek ve tedavi edebilme yetisine sahip olmanız gerekiyor. Ya da Sinoloji hocası olmak için Çinli, Türkoloji profesörü olmak için Türk olmak şart değil ve zaten olmayanlar daha iyi yapıyor bu işi!
Konuya dönersek, Bir emekli ilahiyat profesörü çok hassas bir konuda gayet spekülatif bir şekilde bir yorum yapıyor ve böylelikle demokrasi ile, yani yasanın üstünlüğü ile yönetilmekte olduğunu zannettiğimiz bir toplumda devlet ihalelerini alan kişi ve kurumları bağış yapmaya “teşvik eden” bir yorumda bulunuyor. Sonra da bu vakıfların başındaki kişiler için de yine hukuki olmayan ama fıkıha uyacak şekilde yaptıkları hayır işlerinden kişisel yarar sağlama, yani “humus” toplama hakkına sahip olduklarını fetva ediyor ve bunun o zaman yolsuzluk olmadığının fıkıhen başı bağlanıyor. Ama her nedense bu yüce fakih, paraların konacağı kutular, yatak odaları hakkında yorum ya da bağlayıcı kural koymuyor ya da vergilendirilmelerine hiç değinmiyor… İyi kumpas bence!
Bu bana kalırsa maaş zamları tespit edilirken %10’unun OYAK kesintisi olarak alınacağını baştan hesap edip zamma katanlar -OYAK devlet kurumu olmasa, benim gibi asteğmenlerden kestiği bu haracı iade etmese de, bir meslek dayanışma tasarruf sandığı olsa da, dünyada başka bir benzeri olmasa da- ya da yüzbinlerce dolara satan ve sonrada OYAK’ın bu ucuza kapattığı mülkleri, ihaleleri yüzmilyonlarca dolara başkalarına devretmesi ne kadar yolsuzluksa bu daha fazla YOLSUZLUKTUR.
Hikmet Pala
Londra, 10 Mart 2014
About Post Author





