İSLAM ve ANADİL MÜCADELESİ

“Boş işlerle uğraşıyorsun Murat? Önemli olan Arapçadır? Onu biliyor musun? Lazca için verdiğin emeği, Kur’an okuyabilmek için verebiliyor musun? Arapça öğrendin mi? Gerisi boş… Lazca için uğraş da uğraş! Malayani hepsi!”

… diyen ve bu eleştiriyi de anadili ile yani Lazca yapan muhafazakar kardeşimizin düşüncelerine yanıt vermek gerekli. Bu nedenle TANURA adlı Laz kültür dergisinde yayınlanan yazıyı biraz daha geliştirip bu siteye koymak istedim. Arapça da dâhil, dünyada ki bütün dillerin aslında ne denli kutsal birer emanet olduklarını anlatmaya çalışacağım. Bunu yaparken de toplumun büyük bir çoğunluğunun saygı duyduğu ve arkadaşımızın da gayet içerisinde olduğu İslami geleneği referans alacağım.
Öncelikle şunu belirtmek gerekli; insanların düşüncelerine, inançlarına, yaşayışlarına “tam” anlamıyla saygılı olamadığımız müddetçe, “İnsan Olmak” için yapılması lazım gelen o basamağı hiçbir zaman çıkamayacağız. Yani “inançsız” bir insanı eleştirmekle; dinini yanlış da olsa yaşamaya çalışan “inançlı” insanı eleştirmek bütünüyle aynıdır. Hele hele bunu takıntı haline getirip, bu konuda ısrarcı olmak… Bu, kişinin kendisini mutsuz etmesinden başka bir işe yaramaz. Ve asıl malayani, budur.
 DİN ve ANADİL MEVZUSU
“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için elbette ibretler vardır.” (Rum Suresi- 22)
Günümüz Müslümanları için kutsal kitap, yani Kur’an; Allah’ın bir nurudur. Bu nurun, kendilerini kurtuluşa götüreceklerine inanırlar. Özellikle toplumumuzda Kur’an’a karşı büyük bir saygı beslenir. Öyle ki bir Müslüman, Kur’an’ı odasının en yüksek ve en temiz yerine koyar, ona dokununca kalbinde bir mutluluk hisseder. Fakat Tanrının, kendisinden istediğini, yani Kur’an’ın gerçek mesajını tam olarak anlayamamakta; kendisinden asıl istenileni tam olarak yerine getirememektedir.
Bu da belki kutsal kitaplara verilen o; “okumayacaksın, öpüp başına koyacak; anlamaya çalışmayacaksın, Arapça bilmesen de sadece ezberleyip dolabın üzerine koyacaksın!” alışılagelmişliğin yüzünden kaynaklanmaktadır.
Çoğu Müslüman için Allah’a saygı, Kur’an’da kuralları bildirilen belirli ibadetlerden ibarettir. Namaz kılmak, oruç tutmak ya da Hac etmek gibi; ya da yalan söylememek, kalp kırmamak veyahut da sözünde durmak gibi… Peki bu belirli ibadetlerin dışında, kainatı dizayn eden ve insanlar için sayısız nimetler bahşeden Tanrının, diğer kutsal kitaplarda da olduğu gibi, Kur’an’da da bizden istedikleri sadece bu ibadetlerle mi sınırlıdır?
Günümüz Müslümanlarının, her defasında göz ardı ettikleri; fakat Tanrıyı anlayabilmemiz noktasında bizler için çok önemli olan bir konu daha var.
Diller…
Düşünün; şu an yeryüzünde konuşulan dil sayısını ve bir o kadar da yok olanlarını. Düşünün, neden Allah, yukarıdaki ayette göklerin ve yerin yaratılmasından hemen sonra, dillerimizin ve renklerimizin yaratılışını, O’nun kudretinin en önemli delillerinden saymakta?
İlk bakışta basit gibi görünse de, derinliğine inildikçe insanı büyüleyen bir sonuç çıkıyor karşımıza. Gerçekten de bir dilin oluşumu; bu dili konuşan insanların sosyal gelişimi; ortak dil ile ancak yüzlerce yıl sonra bir kültürün meydana çıkışı; dilerinin, onların düşünce dünyasına yansıması, şarkılarına işlemesi, hüzünlerini şekillendirmesi ve bu sayedefarklılaşmaları gerçekten de büyüleyici bir durum değil mi?
Tanrı, insanların bu farklılıklarının, gök katmanlarının ve yeryüzünün yaratılması kadar önemli olduğuna işaret ediyor. Üzerinde düşünmemizi istiyor. Ve sonun da diyor ki, şüphesiz bunda bilenler için, sadece farkında olanlar için ibretler vardır.
Ayeti bütünüyle ele aldığımızda Tanrının, insanlardaki bu farklılıklara dikkat çekmesi, gerçekten de ilginç ve üzerinde kafa yorulması gereken bir durum değil midir? En azından bu dine inanan kişiler tarafından… Yani benim anadil mücadelemi küçümseyen kardeşim, sence beni eleştirdiğin nokta senin gözünden kaçan ya da asla gözünde durmayacak olan bir durum değil mi?
Fakat ne yazıktır ki, inançlı olmakla övünen ve her defasında dilinden “Allah” adını düşürmeyen bası Müslümanlar, bu mesajının öneminin farkında değil. Tanrıya olan saygılarını, sadece belirli ibadetlerle göstererek; Tanrının asıl sahip çıkılmasını, saygı duyulmasını istediği noktaları gözden kaçırmaktadırlar.  Ya da işlerine gelmemektedir. Sonuçta “inançlar” da bir nevi ticaret unsuru oldukları için, çok da para eden bir husus değildir.
Şimdi bu ayeti okuduktan sonra akıllara şu geliyor; Kutsal kitap, dillerin varlığının önemli olduğunu bizlere işaret ederken; nasıl olur da bir insan düşünce diline; var oluşuyla birlikte kendisine uygun görülen anadiline sırtını dönebilir?
Hele hele bu dünyada sadece Kur’an’ın önemli olduğunu vurgulayan, onu hayat nizamı olarak gören, onu yaşamaya çalışan bir Müslüman, nasıl olur da anadiline sırtını döner, onun için verilen gayreti malayani olarak görür?
İslam dini; kulun daha mutlu olabilmesi için onu yaratıcısına götüren yollar belirlemiştir. O yollardan biri de, Allah’ın yaratıklarına sahip çıkmak, onları korumak; onları, O’ndan bir hediye olarak görmektir.
Şimdi buraya kadar anlatılanlardan sonra ikinci kez durup düşünmek gerek; Tanrının kendisine uygun gördüğü dile sırtını dönen bir insan, bu hareketiyle yaratıcısına karşı hiç de alçakgönüllü olmayan bir tavrın içine girmiş sayılmaz mı? Toplumsal baskılar, sosyal ya da ekonomik kaygılar, gelecek endişesi, işsizlik korkusu ya da diğerleri… Hiçbiri bunu açıklayamaz. Kişi, anadilini yitirmekle ne denli büyük bir sorumsuzluk içine girdiğinin farkında değil ne yazık ki. Müslümanlar, bu konuda büyük yanılgılara düşmektedirler. Özellikle de inanç meselesi ile sakalın uzunluğunu bir tutan, ya da bazı gazetelere abone olmanın ibadet olduğunu söyleyebilme cüreti gösteren fakat çöpe atılan gazetelerin israf olduğunu bir türlü anlayamayan; izlenmesinin sevap olduğunu ısrarla tekrar eden fakat o televizyon kanallarında sürekli olarak kendileri gibi düşünmeyenler hakkında iftiralar düzen, “gıybet” eden ve bunun zinadan daha büyük bir günah olduğunu unutan; kendi cemaatinden olmayan Müslümanlara bile sırtlarını yeri gelince çeviren, gözlerine para hırsı bürümüş, İslam’ın temel ruhunu asla anlayamayacak olan kardeşlerimiz, çok tehlikeli yanılgılara düşmektedirler.
Elbette ki böyle kişilerin, anadil mücadelelerini küçümsemeleri gayet normaldir.
Tanrının bizler için uygun gördüğünü elimizle bir kenara itmek, Tanrının yarattığını elimizle bir kenara itmektir. O’nun, bizlere uygun gördüğü dile-kimliğe sahip çıkmak ise; Tanrının, varlığının delillerinden birine sahip çıkmaktır. Konuya bu yönden baktığında bir Müslüman, anadiline sahip çıkarak, Yaratıcısının sevgisine ulaşabileceğinin bilincine varır. O’nun yaratıklarına sahip çıkmakla, ona ibadet etmiş olacağını bilir. Çünkü O, emanetini dağlara değil, kuluna vermiştir. Kulunun gidip, cemaatlerin, tarikatların o küçük hırs yarışlarına destek olmasını istememiş, sakalın uzunluğu ile övünmesini istememiş ya da bilgisiz, kabiliyetsiz, herhangi bir duruşu olmayan eğitimsiz bir Müslüman olup çıkmasını istememiştir.
Öbür türlü, bir sinema filmi yüzünden ya da birkaç karikatür sebebiyle sokaklara doluşan, çevresini yakıp yıkan, çağın gerisinde kalmış, bilimi bir kenara koyup, anlamadıkları Arapça harflerden medet uman, İslam’ı hiç ama hiç kavrayamamış zihniyetten ne farkı kalır?
Aslında dil mücadelesini eleştiren, küçümseyen kişi, neyi eleştirdiğinin asla farkında değildir.
Hz. Muhammet (s.a.v) “Kimin elinde bir fide varsa, kıyamet kopacak da olsa, onu dikmeye gücü yeterse mutlaka diksin.” derken; kast etmiş olduğu sadece bir fideye değil; aksine, Tanrının yarattığı her nimete saygıdır, onu sahiplenmedir.
Tıpkı O’nun yarattığı dillere sahip çıkmak, saygı duymak gibi.
Bir yazarın; “Kuran’ı benimsemiş bir kişi kendi bildiği dilden başka bir dille, kendi soyundan başka bir soyla, kendi toplumundan başka bir toplumla, kendi yazısından başka bir yazıyla karşılaştığında bunları Tanrı’nın bir ürünü olarak görecek, bir üstünlük ya da aşağılık duygusuna kapılmayacak, bunları tanımaya, anlamaya, öğrenmeye girişecektir.” sözleri, evrensel mesajın özeti gibidir.
Gene bir hadiste:
Sahâbe arasında Farsça, Rumca, Kıptîce, Habeşçe, İbrânîce ve Süryânîce bilenler vardı. Hz. Peygamber bir gün Zeyd b. Sâbit’e: “Sen Süryânîce biliyor musun? Bana mektuplar geliyor?” demiştir. Zeyd b. Sâbit’in; “Bilmiyorum” demesi üzerine Hz. Peygamber; “Onu öğren” demiştir. Bunun üzerine Zeyd, İbrânîce ve Süryânîce öğrenmiştir.
Bu hadis bile, dillerin ne denli önemli birer emanet olduklarını anlamamız için yeterlidir. Hz. Peygamber’in “git öğren” dediği dilleri yasaklamak, o dil için mücadele edenleri küçümsemek, o dile sahip olan halklara baskı ve asimilasyon uygulamak, evrensel değerleri yok etmekten başka bir şey değil de, nedir?
Tanrı, insanları farklı topluluklar şeklinde yaratmayı uygun görmüştür. “Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, ancak bu sizleri verdikleriyle sınaması içindir. Tümünüzün dönüşü Allah’adır.” (Maide Suresi-48)Bu şekilde yarattıktan sonra da kullarını, bu farklılıkların, bu farklı renklerin ve dillerin yaratılması hususunda düşünmeye davet ediyor.
Şimdi sevgili kardeşim, İslam aslında senin henüz anlayamadığın bir dindir. Senin henüz yaşamaya başlamadığın bir dindir. Asla da başlayamayacak olduğun bir dindir. Ne kadar da uzaksın… Yanılgıların, bir din olmuş ve sen de bu dinin bir kulusun. Senin dininde Tanrı; paradır, çıkardır, gösteriştir, yalandır… İnsanları fikirleri yüzünden öldürmektir… Sivas’da canları yakan, senin dinine mensup kişilerdi. Deniz Fenerleri ile insanları aydınlatmak yerine sömürenler de senin dinindendi. Neye inandığını sorgula ve bir kez olsun düşün. İnandığını, tam anlamıyla uyguladığını sandığın Kur’an’da “…hâlen düşünmeyecek misiniz? ….hâlen kafa yormayacak mısınız?” cümleleri ile biten ayetler çoktur.
Ben gene de sana saygı duyuyor ve şu dünyayı senle paylaşmaktan gocunmuyorum.
Tanrı her şeyi görür ve bilir.
Murat Murğulişi
Rating: 9.8/10 (4 votes cast)
Rating: +3 (from 3 votes)

İSLAM ve ANADİL MÜCADELESİ9.8 out of 10 based on 4 ratings

About Post Author

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail