Değerli arkadaşlar.
Asimilasyon ile ilgili konuda bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek gerekiyor. Pomak nüfusunun da Türkiye’de Cumhuriyet öncesinde başlayan ama özellikle Cumhuriyetin ilanı ile sadece resmileşmek değil, ama sistematik ve azgın bir hale gelel asimilasyondan aldığı pay, sadece şiddet değildir.
Okulda öğrenci dövmek, karakola giden vatandaşı Türkçe konuşamadığı için dövmek, azarlamak, ya da dinlememek, tercüman bulmamak asimilasyonun sadece en ucuz, en kaba, yüzeysel örnekleridir.
Asimilasyonu anlamak için önce arkasında yatan çirkin, kendini beğenmiş inkarcı milliyetçiliği anlamak gerekir. Osmanlı gibi çokuluslu, ahenkli ve Müslüman ülkeler içinde döneminin en modern, en ileri hoşgörü ortamında, uluslararası siyasi modaya uyarak önce Jön Türklerin yol açtığı, ardından İttihat ve Terakki [İT] kadrolarının eyleme koyduğu milliyetçilik ilk ve tek sorumludur.
Örneğin, büyük Türklük ülküsü Turan ilk bu dönemde ortaya çıkmış ve Türkiye’deki Türkler ile Azeri ve Orta Asya Türklerini birleştirmek arzusu gündeme gelmiştir. Bunun önündeki tek demografik engel, Ermeniler idi. Şimdiki Gürcistan’dan Adana’ya kadar uzanan ve en çok ta Kars-Kayseri-Van üçgeninde yoğunlaşan fiziki bir engel. İT ne yaptı; basit bir şekilde soykırım uyguladı. Yok Ruslara destek çıkmışlar, yok isyan etmişler, filan hepsi sonradan uydurulan kılıflar.
Onyıllar sonra Almanyada Yahudiler hakkındaki “Nihai Çözüm’ü, Holokost’u uygulayan Hitler, Türkiye’yi örnek vermiş ve :-Bakın artık kimse Ermenilerden bahsediyor mu? demişti.
Ayni salaklığı, binyıllardır Arap olan Ortadoğu ve Kuzey Afrikadaki Müslüman nüfusa uygulamak istediler ve I. Dünya savaşındaki en büyük hezimetle sonuçlandı. Türkleştirmeyi istedikleri Müslüman Araplar, Müslüman Türklere sırt çevirdi.
Laf aramızda uluslararası resmi tanıma göre soykırım sadece katletmek değildir. Yaşadığı tarihi topraklarından zorla sürmek, ya da zor yolu ile asimile etmek [zorla isim değiştirmek, din değiştirmek] te soykırımdır.
Bunu savaş yenilgisi ve Cumhuriyetin kurulması izledi ve Cumhuriyet Türklüğü esas alan bir politika uyguladı. Öncelikle Türkiyedeki 60’a varan ulus ve etnisite içinden sayıca en büyük farzedilen Türk, Kürt, Oğuz, Selçuk ve Yürüklerden Türkler asli unsur ‘seçildi’ Türkler belki de sayıca en büyük, ama o zamanki Türkiye’nin yarısının çok altında bir nüfus idi. Yani büyük ama yine de çoğunluk oluşturmayan bir gurup.
Dolayısı ile siz ‘Efendim o zamanlar konjonktür…’, ‘Ama bir devlette iki dil olmaz, tek millet tek dil…’ faşistliklerine bakmayın. Bir devlette 5 bayrak, 5 resmi dil, 7 degişik para birimi, eğitim dilini ve hangi tarihi öğreteceğini mahalle belediyelerinin kara verdiği Birleşik Krallık, Komünist bir ülke değil, bildiğimiz demokrasidir. İngiltere’de bir mahalli belediyeye gidip te ben başı örtülü kızlarımıza Türkçe eğitim vermek istiyorum! Dediğinizde yüzünüze bön bön bakar… Bana ne kardeşim, memleketin kanunlara uyduktan sonra sen bana bütçeni getir maaşlarını ödeyeyim! der, o kadar!
İngiltere bu konuda tek örnek değil ama yer yok, yoksa anlatmaya başlasam ‘Biz onca sene Kerbela’da mı yaşamışız!’ diye çığlık atmaya başlarsınız
Ayni şekilde ‘laik’ olması gereken devlet, bütün İbrahimi [tektanrılı] dinlerden birini ve onun içinden de bir mezhebi seçti ve devlet himayesine aldı. Yani din ve devlet işlerini ayırma adına bir dini evlatlık edinip diğerlerini yuvadan attı. İşin komiği, kendisinden önceki Tanzimat döneminde tüm dinler zaten devletten bağımsızdı ve kendi yağları ile kavrulmakta, yani kendi mülkleri, iradi ile geçinmekte, devletten yardım almamaktaydı. Ama devlet ‘gericilik ve nifak yuvaları tekke ve zaviyeleri kapatmak’ bahanesi ile tüm dini kurumların mallarına el koydu. Böylelikle Tanzimattan kalan demokratik yapının en büyük ayağı da yıkıldı. Haa bu mala mülke el koyma işini biz sadece Rum kilisesi ile ilgili zannediyoruz, yanlış. İşin aslı, bizim Pomak köylerimizin kurulduğu ‘Vakıf’ toprakları aslında dini kurumlardan elkonan topraklar ve irad idi.
Devlet, bu din ve milliyet politikalarını Avrupadan alırken, oradaki gelişmiş, oturmuş ve olgun örnekleri anlamaya çaba harcamadan, çok güzel bir romanı anlamayıp kabaca ezberleyen, hatta ‘özetini çıkaran ortaokul çocukları gibi yanlış anladı ve anladığı kadarını dahi inanılmaz bir beceriksizle uyguladı. Herşey şablonlaştı, sloganlaştı ve beceriksizce uygulamaya kondu. Beceriksizce uygulanan şeyi kabul ettirmek için de kafa göz yarmak gerekir.
Önce bu yeniden keşfedilen ‘millete’ bir tarih bulmak gerekiyordu ve yazarlar harıl harıl işe koyuldu. Türklüğe ait efsanelerin çoğunun 1923’ten sonra keşfedilmesi bir tesadüf değildir. Türk Tarih Kurumu, o zamanlar yaşasaydı Einstein’i kıskançlıktan çatlatırdı heralde. ……
Devam edecek….
Hikmet Pala / 22. Aralık . 2010 / Bristol/İngiltere
About Post Author






Bir cevap yazın
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.